Downton Abbey

 Başlığı zırva dizilerim olarak attım önce. Biraz kaba bir tanım aslında. Biraz durup düşününce pek zırva olmadıklarına, sadece gerekliliklerinin biraz tartışılabilir olduğuna karar verdiğim, son zamanlarda izlediğim birkaç diziden bahsedesim var. Umarım bu defa başladığım bir yazıyı iyi kötü bitirip yayınlayabilirim. Bu aralar ne yapsam ya yarım kalıyor, ya da çok eğreti duruyor. Tamamlayamıyorum da, düzenleyemiyorum da. Ne yazabiliyorum, ne çizebiliyorum, ne okuyabiliyorum. Neyse, tuhaf diziler diyordum. (haftalar sonra öyle ya da böyle yazıyı gerektiği kadar kese kese parça parça da olsa yayınlamaya karar verdim)

Downton Abby ile başlayalım. 

Hikayeye 20.yüzyılın başında başlayan; aristokrat bir aile olan Crawley'ler ve hizmetkarlarının hayatlarını anlatan bir pembe dizi. Ailenin babası Lord Grantham, Amerikan bir hanımla evlidir, çiftin 3 kızı vardır. Yasalar gereği babadan oğula geçen şatafatlı malikaneleri, arazilerini bırakabileceği bir varisi yoktur. Büyük kızı Mary ile evlendirmeyi düşündükleri kuzeni ve onun kardeşi 1912'de batan Titanik'in yolcularından olunca sıkıntı başlar, hayatlarında bir başka Crawley adını taşıyan adam kalmamıştır. Sonrasında uzaktan kuzeninin bir oğlu olduğunu öğrenir ve Crowley'ler Downton Abbey'e vefat etmiş olduğundan hiç görmediğimiz doktor bir baba, hemşire bir anne ve avukat bir oğlan olarak ailecek insanlara 'hizmet veren' bu aileyi istemeye istemeye davet ederler.

Öncelikle diziyi neden izlediğimi açıklayayım, yokluktan. Aynen, yokluktan. 

Bu blogu tutmaya başlayalı neredeyse 10 yıl olacak. Başlarda hep belirtirdim, aslında pembe dizi sevmem falan diye. Aslında sevmediğim şey.. Nasıl desem, kız gibi hissettiren şeylerdi. Çok doğru bir tanım olmadı ama çocukluğunu tam bir pick me girl olarak geçirmiş biriyim. Başkalarına karşı çok da değil bu arada, kendi kendime. Mainstream olan hiçbir şeyi sevmez, yaşıtım kızların giyindiği gibi giyinmez, onların okudukları kitapları okumaz, izledikleri dizileri izlemezdim. Tek sebebi aykırı görünmek istemem değildi gerçi, muhtemelen başta abim ve büyük kuzenlerim olan bir dolu erkekle büyümemin de etkisi olabilir bu durumda. Bu kadar şeyin içinde pembe dizi, romantizm, tutku, şehvet peşinde olacak ya da bu tarz şeylerden keyif alacak değildim. Asla bir kesinlikle söylemiyorum bunları bu arada, benim açımdan böyleydi diyorum. Sonuçta işte, bu kadar pembe diziden yıllarca kaçtım, kaçarken dünya genelindeki bu 'Victorian' estetiğini de hep sevimsiz buldum. Saçma tabii, sonuçta beynimi hep kapadım. Bu yüzden ilkokulda çocuk baskısıyla Aşk ve Gurur okurken keyif almadım, lisede İngilizce dersinde Emma okutulduğunda da. Dönem filmleri dizileri de hiç keyif vermezdi. Sonra; kendimi 20 yaşında, işi gücü okul olan, romantizmle, erkeklerle veya kızlarla hiç alakası olmayan, ama kesinlikle aseksüel olmadığının da farkında olan, çok bilmiş bir gerizekalı olarak buldum. Dünyadan habersizdim çünkü bunu kabul etsem de etmesem de dünya ikili ilişkiler üzerine dönüyordu. Ve bu ikili ilişkiler yalnızca arkadaşlık değildi, çok daha derin, çok daha tutkulu olanları vardı. Sonuçta ortalık karıştı, alev aldı, ve ben kendi yalnızlığım ve dizilerim, filmlerim, kitaplarımla kaldım.

Yaa Downtown Abby'den nereye.. olmasın ya, durun diziye dönüyorum. 

Diziyle alakalı herhangi bir şikayetim yok, biraz İngiltere'nin Aşk-ı Memnu'su havası var. Herkes aristokrat, hım hım, ellerinde kadehler ayaklarında topuklular, pahalı malikanelerinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlar. Herkes kendi havasında. Evin büyük kızı Leydi Mary'nin derdi koca bulayım, iyi evleneyim, erkek torun vereyim. Ortanca Leydi Edith'in de tüm olayı ablasının kuyusunu kazmak. En küçükleri Sybil garibimse dünyanın en iyi niyetli zenginlerinden falan, aralarında da en politik kişilik. Bir de Sybil'in kaşını bıyığını almıyorlardı ve izlerken delirdim, sadece söylemek istedim. 

Buradan sonrası hafif spoiler'lı, uyarımı koyuyorum.

Hizmetçi karakterler inanılmazdı. Thomas Barrow'un milletle, özellikle zavallı William'la uğraşıp durması çok sevimsizdi, yine de inanılmaz iyi yazılmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. Karakteri iki ileri gidip bir geri geliyordu,  Biraz Daisy ile gönül eğlendirdi, biraz William'la uğraştı, biraz Crowbourgh dükünden kazık yedi, biraz evin köpeğiyle uğraşıp hayatının fakeini yiyerek aklını kaçırır gibi oldu, biraz zavallı Bates'le dalga geçti, biraz savaşa gidip savaştan canı sıkılınca kendi kendini gazi bırakıp eve döndü, biraz evin şoföründen nefret etti ve huysuzluk çıkarıp durdu, nevrotik, enteresan bir karakterdi işte. Ama tüm bu saydıklarım sayesinde de en sevdiğim karakter oldu sanırım. Sorunlu karakterleri neden severiz bilmiyorum ama sevmekten en rahatsız olmadığım sorunlu Thomas oldu..


Çocuklarla iletişimi de çok tatlış.. George'u sırtında "uçurması", Sibbie'nin dadısından gördüğü şiddete uyanıp çocuğu kurtarması.. Kalplerimi bırakıyorum Thomas'a <3 

Crowley ailesi de düz bir aileydi işte. En samimi olanları Sybill'di, bu soyadı taşıyan en has insanlarsa tabiki Matthew ve annesi Harriet Jones kadındı. Mary bu ikisini hor gördükçe benim sempati seviyem arttı, zavallı Matthew'in ne suçu vardı yav adam doktor diye dışlıyorlardı. Bir de soldaki fotoğrafta görüldüğü üzere Dan Stevens'ın minik bir ayıcığa evrildiği dönemleri vardı dizide, böyle pofuduk pufuduk. Annesi hükümet kadın da dizide oğlundan bile daha çok oynayarak beni şaşırttı, tüm hım hım aristokrat tiplerin arasında ay gibi parlıyordu. 



 Out of context Matthew eurovisionda rusyayı temsil ediyor: "- Gay misin? / - Hayır Rus'um ben"


Sybil ve Tom :'/ Doyamadığım bir ikili, gözyaşım pıt..

Neyse, sanırım söylemek istediklerim buraya kadardı. Son olarak şunu da belirteyim; diziyi aslında bitirmedim. Hikayesine hakim sayılırım daha çok. İlk sezonda yaşanan Kamal Pamuk dramasına kahkaha attım, ikinci sezondaki savaş döneminin ağırlığı içimi baydı, 3.sezonda da önce Sybil'in zamansız kaybı, sonra Matthew'in trafik canavarına kurban gitmesiyle ruhumu emmeye başlayan diziyi oralarda bir yerde saldım. İzleyecek olsam da Kahya Bates ve Hizmetçi Anna uğruna izlerdim, çok enteresan bir şekilde yakışan bir çiftlerdi. Gerçi şu da var; youtubeda  karşıma çıkan her videosunu istemsizce izliyorum da, hikayeye hakim olma sebebim de bu. 

Yine çok konuşup hiçbir şey anlatmadım. Son zamanlarda çok sık yaşadığım bir durum. Gidiyorum ben, okuyan okutan herkese teşekkür ederimm 


Kapanışı da bu iki kekoyla yapayım, dizide kanlı bıçaklı olup gerçek hayatta bu derece can ciğer olmalarına inanamıyorum ahsdha

Yorumlar

  1. Son sezon ve bölümleri atlaya atlaya izledim. Zaten çok uzayan dizileri ve seri kitapları da sevmem. Bu dizide en sevdiğim büyükanneydi. En az sevdiğimde Sybil'in kocası. O idealistlikleri falan fazlasıyla eğreti buldum. Dizi o dönem değişimi anlatıyor ya arka planda bu konuyu da tutturuvermiş gibiydi. Hele Sybil'i öldürüp adamı yaşatmalarına ve malikanenin en has adamı oluşuna gıcık oldum. Para insanı bozar

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

The Heirs / ALLAH'IMA BİN SÜKÜR BİTTİ / Adeta bir fanfiction...

Liar Game / Japonya

Reply 1994 / Bu diziyi yazanı bir elime geçireyim var ya....................